29 Nisan 2010 Perşembe
TURKISH DAILY NEWS / 19 March 1996
ISIS librarian and joint organizer of the seminar, Serdar Katipoglu, points out that online access systems are ideal for countries like Turkey which do not have a strong library tradition. With the number of published scientific articles doubling every 16 years and increased financial pressure, online access systems offer a convenient way to provide access to `high' level material which would otherwise be unavailable.
Açık Radyo Söyleşi
http://www.bilgicagi.com/Radyo/97-istanbul_bilgi_universitesi_kutuphane_ve_elektronik_kaynaklar_direktoru_serdar_katipoglu.aspx
Kütüphaneler ve enformasyon teknolojisi
Geleceğin kütüphaneleri bilgi toplumunu yaratacak
E-kitap, cep kitap ödünç verilir
Ayaklı kütüphane sanal kütüphane
Avrupa Kültür Başkentleri, Kütüphaneleri ve İstanbul 2010 European Capitals of Culture, Libraries and Istanbul 2010
Teknolojinin betaları [full text article] : Söyleşi / Serdar Kâtipoğlu.
MODERNİZM, POSTMODERNİZM, ENTELEKTÜEL TEKNOLOJİ VE KÜTÜPHANELER
ELEKTRONİK YAYINCILIK OKUYUCULAR VE KULLANICILAR
The Attitudes of parents and teachers toward homework
Kökler ve üniversite kütüphaneleri
Yalnızca bağışlarla ve hediye edilen kitap, dergi ve diğer tür kaynaklarla koleksiyonlar ayakta tutulmaya çalışıldı. Herkesin bildiği veya bilmediği bir gerçek de, ülkemizde hediye edilen kitap ve dergiler çoğunlukla güncelliğini yitirmiş ve yıpranmış olur. Böyle özellikli kaynakların akademik çalışmalara katkıları da yok denecek kadar azdır.
Üniversite kütüphanelerinin düşürüldüğü kötü duruma, 1984 yılında YÖK Dokümantasyon Merkezi'nin kurulması ise sanki yeni bir çözüm getirir gibi gözüktü. Bu merkez, sayısı 6 binlere varan yabancı akademik dergiye abone olmuştu ve hemen alelacele açılmıştı. Öyle ki, bu kadar sayıdaki dergi raflara alfabetik olarak dizildi ve sonra da öylece kaldı. Başlıklarındaki alfabetik özelliklerinden dolayı sosyoloji ve veterinerlik dergilerine aynı rafta rastlamak mümkündü.
Bu dev dokümantasyon merkezi, ülke çapında tüm hocalara makale fotokopisi gönderiyordu. Günlük ve haftalık Ankara turları düzenleniyor, taşradan gelen hocalar içi fotokopi dolu bavullarıyla kentlerine döndüklerinde, akademik bavul turizmindeki rollerini yerine getirmiş oluyorlardı. Ankara'dakiler ise günlük turlarla işlerini hallediyorlardı.
Araştırmacılar bilir ki, akademik dergiyi doğru kullanmak için önce 'indeks' araştırması yapılır. Elde edilen künye ile adı geçen dergideki makaleye erişilir. İndeks kullanımı bir anlamda da o bilim dalındaki literatürü günü gününe izleme çalışmasıdır.
Bu arada özel bir durumu da belirtmeliyiz; dünya ile aynı zaman diliminde ilk kez e-indeksler bu merkezde 1985 yılında kullanıldı. Anlaşılacağı gibi, bu ülkede postmoderniteye her şartta rastlanıldı.
Akademinin dış dünyaya açılan tek ve dev penceresi burasıydı. Anlayanlar ve sevenleri için haşmetli, kulları içinde zaman zaman ziyaret edilmesi zorunlu bir tapınaktı. Burada, belirttiğimiz gibi indeks, dergi ve ilk e-indeks veritabanı vardı, gidip gelmesi iyi hoştu da, referans kaynakları dışında hiç yeni kitap, daha doğrusu hiç kitap yoktu.
Ankara bozkırında ışıklı, parlak çekim merkezi, çevresinde ise donmuş üniversite kütüphaneleri. Akademik dinginlik. Birkaç iyi asabi (!) bilimcinin dışında da durumdan şikayetçi olan yoktu. Bunlar da zaten kütüphane kullanma tavrı olan bilim insanlarıydı.
Bu arada, ülkemizde 'soğuk füzyon' tartışmaları da yapılmadı değil. Üst düzey hocaları bilemiyoruz ama orta ve alt katman, bu tartışmaları 'Scientific American' dergisi düzeyinde izleyebildi. Radyasyonlu çay tartışmasına hiç girmiyoruz.
1986 tarihi itibarıyla yeni üniversiteler kurulmaya başlandı. İlk açılan Bilkent Üniversitesi'nin kendisi gibi zaten kütüphanesi de ayrıcalıklıydı. O daha önceden var olmadığı için dondurulamamıştı.
1994 ekonomik krizi dokümantasyon merkezini tümüyle olumsuz etkiledi. Sürekliliğiyle bir anlamı olan dergilerin abonelikleri maalesef durdu. Çekim merkezi ışıltısını yitirdi. Merkez, 1996 yılında Ulakbim'e devredildi.
Bu tek boyutlu dergi merkezi öyküsü yaşanırken, kütüphane müdürlükleri başkanlık formatına dönüştürüldü, hayatın doğası gereği özerklik yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı. 1990'larda buzlar erimeye başladı, üniversite kütüphaneleri kaynak alımlarını yeniden başlattı. Bununla yetinmeyip, geçmişindeki buzul çağının intikamını alırcasına müthiş bir e-kitap ve e-dergi dönemi de yaşıyorlardı.
Durum böyle iken, hayat normal devam ederken ve YÖK tartışmaları sürerken, "İhale Yasası" kütüphane alımlarını da kapsayıverdi. 2003 yılında yürürlüğe giren yeni ihale yasasıyla kitap ve dergiler yine ağa takıldı. 'Kutsallık' başa bela herhalde. 'Mal alımı' yönetmeliğine tabi kılınan kitap ve dergi alımları, yeni bir donma tehlikesinin habercisi gibiydi. Masa, sandalye, patates satın alma ölçütleriyle akademik kaynak satın alma durumu ortaya çıktı.
Şimdi yaşanan sürece bakıldığında devlet üniversitelerinde kitap, dergi alımları durmuş, donmuş gibi. Bizim kökümüzde bir şeyler var galiba.
Kütüphaneleşen Google
Gutenberg projesi ve benzeri diğer uygulamalar, süre ve varissizlik gibi nedenlerle telif yasası kapsamına girmeyen kitapları kamunun erişimine ücretsiz sundu. Yalnız şunu da bilmeliyiz ki, elektronik olan veya olmayan kaynakların çok büyük bir kısmı hâlâ yayıncı ve dağıtıcı şirketlerin denetimindedir ve paralıdır. Ödeyeni de kütüphanelerdir.
Bilgi toplumunda insan hakları kavramı şu iki öğeyi de başat olarak içeriyor. Birincisi, bilgiye erişim hakkı. Herkes bilgiye erişmeli. İkincisi, bilgiyi yaratanların hakkı, bilgi üreticilerinin hakkı. İnsani ve ekonomik bu haklar, Türkiye'de de uygulamaya konan telif yasası güvencesi altındadır.
Bugün olanlar ise şudur: 29 uluslararası dergi şirketi bir araya gelip "Cross-Ref-Search" adı altında bir birliktelik oluşturdular. Google ise bir arama motoru olarak bu oluşumun tüm makale künyelerini bir defada arayıp kullanıcıya sunacak. Makaleleri değil. Google bu uygulamada karşımıza 'Google scholar-beta' olarak çıkıyor. Yani akademik Google.
Yine ABD'nin dev kütüphaneleriyle yapılan anlaşmalar sonucu bir küresel kütüphane kataloğu oluşacak. Bir diğer çalışma bu kütüphanelerin derlemesinde bulunan ve telif yasası kapsamına girmeyen kitapların e-kitap haline dönüştürülmesi ve erişime açılması.
Burada önemli olan, bir kimsenin internette arama yaparken eskisinden farklı olarak aynı zaman diliminde kütüphane kataloglarını ve e-kaynakları da tarayacak olmasıdır. Kütüphaneler isteyen hatta istemeyen herkesin ayağına kadar gelmiş, gözünün içine bakıyor. Bu gelişmeler kütüphanelerin kamuoyundaki popülaritesini artıracak. Bu olguya ekonomik ve akademik niteliklerinin dışında entelektüel teknolojinin gelişimi olarak baktığımızda; kütüphaneler uzunca bir süredir zaten bu yolda ilerliyorlardı. Enformasyon ve entelektüel teknolojilerin yaratıldığı ve geliştirildiği laboratuvarlar gibiydi. Otomasyon sistemlerinin yaratılması, e-kitap, e-dergi veri tabanlarının oluşturulması ve erişim standartlarının belirlenmesi çok büyük atılımlardır. Çeşitli 'arama motorlarıyla' işbirliği yaparak akademik içerikli aramaların yapılması ve son olarak da veri tabanlarının e-kaynakları arasında interaktif bağlantıların kurulması olağanüstü gelişmelerdir.
Yukarıda belirtilen bu son gelişme hipertekst kütüphanelerinin de oluştuğunun bir göstergesidir. Sürekli devrimin de son zirvesidir. Bu kadar içerikli, yoğun ve hızlı teknolojik gelişmeler kütüphanelerin tanımını da tekrar gözden geçirmemizi zorunlu kılıyor. Onun için kütüphane sözcüğünün yanına mutlaka açıklayıcı tanımlar ekliyoruz. Sanal kütüphane, dijital kütüphane, kütüphane ve enformasyon, kütüphane ve e-kaynaklar gibi. Ya da enformasyon merkezi, bilgi merkezi, enformasyon kaynakları merkezi ve bilgi yönetimi gibi yepyeni tanımlar.
Bazılarının düşündüğü gibi Google'laşma kütüphanelerin sonu değil tam tersi sürekliliğin yeni zirvesi. Onun için, iyi niyetle de söylense kütüphaneler küllerinden doğmuyor, kendi sınırlarını aşıyor. Yazılar, düşünceler, resimler, notalar fizikselliklerinden firar ediyor. Bu kaçış ise onları isteyenlerin her zaman erişebileceği ortamlaradır, sanallığadır.
Sanallıkta esnekleşen, başlılık ve sonluluktan kurtulan, sayfalarından sıyrılan kitaplar artık bir başka tür oluyorlar. Bu ortamda farklı kitapların benzer bölümlerinin birbiriyle buluşup kenetlenmesi sonra tekrar ayrılması. Yazı, müzik, görsel gibi farklı kaynakların biraraya gelebilme olanağı ve ortamı bize bir şeyi hatırlatıyor. Bu Borges'in sonsuzluk kütüphanesidir. Kütüphaneleşen Google, Borges'in sonsuzluk kütüphanesinin labirentlerinden biridir.
Peki kütüphaneler?
Silikon bellek bugün kullandığımız bilgi ve iletişim teknolojisinde tutulan, derlenen ve kullanıcıya sunulan bellektir. Son 20 yılda dünyada bu teknolojileri bir öncü gibi geliştiren ve entelektüel içeriği bu teknolojilerle bireye ve topluma yine ilk olarak sunan kütüphane ve enformasyon merkezleridir. İnternetin ilk uygulamaları, bilindiği gibi kütüphane kataloglarının sanal ortamda topluma açılmasıdır.
Teknolojiyi ve toplumun çıkarlarını her dönemde öne çıkaran kütüphaneler, bilgi çağı ve toplumunun üç kamusal (toplumcu) alanından biri ve en eskisidir. Konuyla ilgili bilimsel yayınlara baktığımızda üç toplumcu alan tartışılıyor. Birincisi medya veya basın. Etkisi herkesçe bilinen bir alan. İkincisi müzeler ve sanat galerleri. Bu ise biraz tartışmalı. Müzelerin eski olanları "sevimsiz", yeni olanları ise makbul. Ama galeriler bayağı gündemde. Son beş yılda müzecilik ise olumlu olarak herkesin uğraştığı, tartıştığı ve hatta hafifçe de çatıştığı bir konu başlığı.
Bu olumluluğu oluşturan ve pekiştiren gruplar nedense bu tartışmalara kütüphaneleri katmayı hiç düşünmediler. Neden aramıyorum, ama Habermas ve onun "kamusal alanlarını" bilip de güncelleştirmede böyle eksik kalınması bu sürece ve "aktivistlerine" hiç yakışmadı. "Müzeleşen İstanbul" kıskandırıcı derecede güzel. Ama bir kütüphanesi daha doğrusu dev bir İstanbul Kütüphanesi olmayan, İstanbul'un yaşanmışlığının ve yaşanacaklığının tanığı olmayan bir kent, nasıl küresel bilgi toplumunun bir metropolü olabilir? Ben yine de İstanbul'a güveniyorum.
Sanal teknolojiyle coğrafi ve sosyal mesafelerin ortadan kalktığı, çağın hızına parelel yaşam boyu eğitim ve bireysel gelişimin zorunluluk haline geldiği bugün, kütüphaneler ve e-kütüphaneler her kişi ve sosyal katmanın başvuracağı bilgi kaynaklarıdır. Örneğin, ar-ge elektronik kütüphaneleri ekonomide hemen hemen her sektörün dinamolarından biridir.
Bilgi çağında mali sermaye kadar kültürel sermaye ve sosyal sermaye de yatırımcılığın en anlamlı uygulaması olacaktır. Eski kütüphaneciliğin kendinden firar ettiği, yeni kütüphaneciliğin ise cep telefonu kütüphanesine kadar çeşitlendiği bu günlerde 41. Kütüphane Haftasını (28 Mart 3-Nisan) kutlayacağız.
Çok ihmal edilmesine karşın ülkemizde köklü bir geleneği olan kütüphanelerin bilgi toplumu anlayışıyla yeniden ele alınması, ayrıca mimari açıdan değeri olan, işlevsel ve insancıl yeni kütüphane zincirlerinin oluşturulması, Türkiye aydınlanmasına yapılacak en anlamlı entelektüel katkıdır.
Bilgi, teknoloji, erişim ve eşitlik.
Dijital uçurum ve kütüphaneler
Böylece kütüphanelerde kaynak kullanımı binanın içiyle ve duvarlarıyla sınırlanmamış oldu. Geleneksel ve fiziksel kaynaklar için kütüphaneye gidilirken, sanal kaynaklara ise bulunduğumuz yerden, istediğimiz an erişme lüksünü ve keyfini yaşıyoruz. Bu arada dünyada internetin sivil ve akademik hayatta ilk kez kütüphane kataloglarında kullanıldığını hatırlatmak da yararlı olur. Bugün kütüphaneler kağıt ve elektronik koleksiyonlarıyla bilgi toplumunun eşitleyici ve eşitlikçi kurumlarından biridir. Bilgi toplumunda, Habermasçı kamusal alana en uygun örnektir. Bilginin özgürce derlendiği, yeniden üretildiği, sansürsüz ve ticari kaygı gütmeksizin sunulduğu alandır. Ülkemizde, özellikle halk kütüphanelerinin durumu, bu alandaki kemikleşmiş başarısızlık, sanki kanıksanmış bir kabullenme gibi. Dünyada ise 'arama motorları' yeni 'kültürel iletişim teknolojileri' kimlikleriyle popüler ve ticari ortamlardan yavaş yavaş akademik ve toplumsal amaçlara ve ortamlara yöneliyorlar. Fikirsel mülk kapsamına girmeyen kitaplar ve diğer ses, görüntü kaynaklarını dijitalleştirerek toplumun, bireyin kullanımına sunmakta, sanal halk kütüphanelerini yaratıyorlar.
Enformasyon ve iletişim teknolojisi sektörleri ise son derece gelişmiş cep telefonundan, belki bu sıfat bile demode, el bilgisayarına, çubuk müzik çalarına gibi doğrudan bir bireyin yalnızca kendisinin kullanacağı yepyeni aygıtları pazara sürüyorlar. Buna koşut, bu teknolojik gelişmeyi izleyen yeni e-içerik türleri de pazara sürülüp satılmaya başlanıyor. Tek şarkılık müzik kayıtlarının yanı sıra e-kitaplardan da beş-on sayfalık gibi sayfa adedinden oluşan satış stratejileri karşımıza çıkıyor. Bütün yok, parça var. Herkesin herhalde bıkmış olduğu sosyal postmodern durum, aslında ilk ortaya çıktığı ortam olan sanal teknolojide dörtnala gidiyor. Eskimiyor, yıpranmıyor. Bir de laf yerine para getiriyor!
Gerçek hayatta ise, buna ülkemiz de dahil, bazı ilginç örnekler ortaya çıkıp yaygınlaşıyor.
Kitapçılar, mekanlara masa ve sandalye koyarak, müzik çalarak ve de kahve sunarak/satarak yeni tasarımlar ortaya koyuyorlar. Müzik, ses ve görüntü ürünleri satan marketler de sanki müzik kütüphaneleri gibi. Göz ve kulakardı edilmemesi gereken ise ortamın bir ticari alan olduğunun insan psikolojisindeki yeri. Kafeler de popüler dergi, gazete, poster, el ilanı koleksiyonları ve internet servisleriyle küçük kütüphane uygulamalarının hoş örnekleri. Bir de harcadığı parayla kendini bireysel olarak ses, görüntü içeren her tür dijital aygıtla ve dijital içerikle donatmış ayaklı sanal kütüphaneler, müthiş bir yalıtımla toplum içinde varolma. Ayrıca çok ucuza satılmaya başlanan kitaplar.
Bu kadar ilginç ve hoş gelişmeler içinde bir nokta var ki canımızı sıkan, yutkunup, durup tekrar düşündürten. BM dahil, herkesin ısrarla dikkat çektiği sosyal sorun, bilgi toplumunda sınıf farkı. Dijital fark, dijital uçurum. Yukarıda bahsettiğimiz uygulamaların içinde harcağı para veya sosyo-ekonomik aidiyeti ile varolan bireyler. Bir de bu tür yaşantıların tümüyle dışında olanlar veya sınırlı ilişkilerde bulunan sosyal katman mensupları, yoksullar.
Yeni kurumların, gönüllülük hareketlerinin, dayanışma ve sosyal sorumluluk gruplarının bu olumsuzluğa çözüm bulma ve yenilik için ortaya çıkmaları sevindirici. Cumhuriyet devriminin aydınlanmacı ideolojisinin kurduğu bu halkçı kurumları bir an önce çağdaş bina mimarisi, uzmanı ve teknolojisiyle halkın hizmetine sunmalıyız. Gelişmiş ülkeler, bilgi çağında bilgi toplumu rönesansını yaşarken, Türkiye, yurttaşları için bu entelektüel uçurumu hemen kapatmalıdır. Hem ülke içinde hem de küresel boyutta. Eğitimin, hatta yaşam boyu eğitimin, öğretimin ve entelektüel gelişimin temel kurumları olan kütüphaneler aynı zamanda toplumun belleğidir. Filler asla unutmaz...
Kütüphaneler başkenti İstanbul
Girişim Grubu, İstanbul 2010 misyonunu belirtirken, kültür ve sanat altyapıları başlığında İstanbul'un yeni kütüphanelere gereksinimi olduğunu özellikle vurguluyor. İstanbul 2010 sunumunun web sayfasında da "İstanbul'da, kütüphanelerden sanat ve kültür merkezlerine, müzelerden, sergileme ve eğitim imkanlarına kadar, sanat altyapılarının yaygınlaştırılmasına yönelik projelere destek verileceği" belirtiliyor.
Geçen yıl, kütüphane haftası açılış konuşmasında Kültür ve Turizm Bakanı, İstanbul Kütüphanesi'nin kurulacağı bilgisini verdi. Hemen ardından Nisan ayında İstanbul Arkeoloji Müzesi Kütüphanesi'nde Bakanlık tarafından bir toplantı düzenlendi. Bu toplantıya başta kütüphaneciler ve kütüphaneci dernekleri olmak üzere müzelerden, mimarlar odasından, üniversitelerden ve yerel yönetimden konuyla ilgili uzmanlar katıldı. Toplantıda, Rami Kışlası'nın yerine yapılacak İstanbul Kütüphanesi'nin koleksiyon içeriğinden teknolojisine ve özellikle mimarisine kadar gayet ayrıntılı bir tartışma yapıldı.
Böylece kültür başkenti İstanbul, kütüphaneler başkenti olma yolunda da ilk somut adımı atmış oldu. İstanbul 2010'un web sayfasında elektronik kaynak olarak bulunan "İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkent Master Planı"nın Artistik Programın Ana Hatları başlıklı bölümünde "İstanbul Kütüphanesi: 250 yıllık Rami Kışlası, halk kütüphanesi ve kültür merkezi olarak geliştirilmek üzere İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ne devredilmiştir" bilgisinden sonra da, 2 Kasım 2007'de çıkan "İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Hakkında Kanun"da da, İstanbul Kütüphanesi ve Kültür Merkezi programda yerini yasal olarak almış oldu.
Buraya kadar yaşanan gelişmeler genel olarak olumluydu. Fakat bundan sonraki sürecin yeterli hızda olmaması, içeriğinin ayrıntılanmaması ve dolayısıyla kültür sektörüne de tam ve açık olarak yansıtılamaması olumsuzluk ya da olumsuzluğun başlangıcı gibi algılanıyor.
Süre giderek daralıyor. Yukarıda alıntı yaparak gösterdiğimiz
"kütüphanelerin" yapılması, kütüphanelere yatırım yapılması ve yine İstanbul'a bir merkez niteliğinde "İstanbul Kütüphanesi"nin kurulması anlayışları kütüphanecileri, 2010 yöneticilerini ve yerel yönetimi her şekilde motive edecek unsurlardır, stratejik hedeflerdir.
Bu sürece, sadece bürokratik olarak alınan kararların yerine getirilmesi ve uygulanması olarak bakılmamalı. Altyapı çalışması gibi düşünülmemeli. İstanbullu enformasyon uzmanları, kütüphaneciler, kütüphaneci dernekleri bu süreçte yer almalı.
İlk olarak, İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Kanunu'nda belirtilen İstanbul Kütüphane ve Kültür Merkezi'nin yapımına ivedilikle başlanmalı. Fakat bu bir inşaat süreci olmamalı ve böyle algılanmamalı. Bunun için ulusal düzeyde bir mimarlık yarışması açılmalı. Yarışma ile ilgili süreç bir entellektüel ortama dönüştürülmeli ve toplumla tamamen paylaşılmalı. Bu kütüphane, İstanbul'un en önemli kültür belleği simgelerinden biri olmalı. Mimarlık için de kendini aşan bir yapı olmalı. İkincisi, çeşitli ölçeklerde, farklı içeriklerde, teknolojik donanımlı yeni kütüphanelerin yapımına başlanmalı. Şu anda İstanbul'da, üniversite, halk, belediye, özel konu gibi çeşitli türde toplam 250 kütüphane var. Bunlar içinde yapılmakta olanlar hemen tamamlanmalı, yıpranmış olanlar hemen yenilenmeli, ayrıca tüm kütüphaneler eski veya yeni yapılmış olsun içerik ve teknolojik olarak toplumun her sosyal katmanını kendine davet edecek cazibeye kavuşturulmalı.
Bu arada Nisan ayının başında kutlayacağımız 44. Kütüphane Haftası kapsamında belediyenin iki yeni kütüphane açması olumlu olmakla birlikte, bunların 2010 programı ile ilişkilendirilmesi daha anlamlı olacaktı. Stratejik hedefler belli ama anlaşılıyor ki bir program sorunu var. Program netleşmeli ve günü yakalamalı. Bugün İstanbul dünyada güncel sanatın yapıldığı, sergilendiği öncü kentler arasında yer alıyor. Örneğin Bienal'in, festivallerin, alternatif sanat etkinliklerinin yapıldığı İstanbul'da, bu etkinliklerin ve ürünlerinin belgelenmesi gerekli. Kurumsallaşmış sanat merkezlerinin yanı sıra bağımsız sanat mekânlarının, performansların, geçici etkinliklerin de İstanbul'un belleğinde yerini bulması lazım. Özellikle bağımsız mekânların ellerinde günden güne gelişmekte olan dijital ağırlıklı güncel sanat koleksiyonları var. Bir 'İstanbul Sanat Dijital Koleksiyonu' kurulmalı, kurumsal ve bağımsız tüm sanat çalışmaları künye veya içerikleriyle bu koleksiyonda yer almalı.
İstanbul bütün bu çalışmaları 2010 Kültür Başkenti stratejisi ile yaptığını unutmamalı. Bu arada kardeş kültür başkenti olan Pecs ve Essen ile ortak programlar geliştirmeli. Örneğin, Essen 2010 için kendi Ruhr bölgesindeki tüm üniversite, halk, özel konu kütüphanelerini bir bilgi ağında birleştiriyor. Tarihi değerleri olan tüm kitap ve dokümanları bir kültürel miras kaygısıyla bu bilgi ağında kamuoyuna ve topluma dijital ortamda sunuyor. Aynı zamanda Essen 2010 için diğer kardeş başkentlerle işbirliği yapacağını da belirtiyor.
Bir diğer örnek, 2009 Kültür başkenti Linz ise bambaşka bir programla karşımıza çıkıyor. Programın adı "yüz dilin kütüphanesi". Bu program Linz'te yaşayan göçmen veya kentli ve anadili Almanca olmayan kişiler için tasarlanmış. Kişiler programa kitap bağışlayıcı veya ödünç alıcı gibi iki pozisyonda katılıyorlar. Kişiler kendi anadillerindeki kitap veya benzer yazılı kaynakları kütüphaneye bağışlıyorlar. Böylece, en az 100 farklı dilde 1000 kitaptan oluşan bir kitaplık düşünülüyor. Bu iş için kullanılacak kütüphane de fiziksel olarak konteynırdan oluşacak ve merkez kütüphanenin önüne yerleştirilecek. Linz'in böylece başkent döneminde çok özel bir kütüphanesi olacak.
İstanbul yakaladığı bu şansla, aynı zamanda bir kütüphaneler başkenti olduğunu da ispat etmeli. Başkent olmak kalıcı altyapılar ve uzun erimli projelerle mümkündür. Sürükleyici olmalı. Gerçek ve gerçekçi olmalı.
Bellek ve gelecek
Hatırlatmakta yarar var, içerde sanat kitaplarının demir parmaklıklar ardında bulunduğu zengin bir sanat koleksiyonu vardır. Bu özel birimin adı "Kandinsky koleksiyonu"dur. Burası kütüphanenin biraz da gizli huyunu gösterir, sevdiği şeyi hemen paylaşmaz. Naz yapar.
Bu kültür merkezi ve kütüphane, Georges Pompidou'nun hamiliğinde yapıldı. Fransa'dan diğer bir entelektüel hamilik de François Mitterrand tarafından gösterildi. Mitterrand'ın adını taşıyan yeni milli kütüphane dikdörtgen alanda, 79 metre yüksekliğinde, dört cam kuleden oluşur. Cam kuleler açılmış kitap gibidir. Gelenekselin yanında, radyo yayınlarını bile içeren zengin dijital koleksiyonlar vardır. Kütüphanenin yanı sıra öğündükleri ve hatırlattıkları bir diğer öğe de yeni metro hattıyla buraya ulaşımın sağlandığıdır. 1998 yılında açıldı. Entelektüel yarışta Pombidou'ya bir cevap ve bir paydaş oldu.
Projeler
Dünya küçülüyor. 2002 yılında ise, bu gelişmelere bir entelektüel yanıt, Akdeniz üzerinden geliyor. Akdeniz tarihten gelen bilgi denizi olma özelliğini yeniden kazanıyor. Bilginin iktidar olduğu dönemde, limanına gelen gemilerde arama yapıp, kütüphanesinde olmayan kitaları alıp, elle çoğaltıp iade eden kültür, tekrar kendi toprağında hayat buluyor. Korniş adı verilen sahil yolu üzerinde denize bakan 160 metre çapında, kesik silindir gibi güneş saati görünümlü bir yapı. Yerin 10 metre altından gelip karaya ve göğe doğru yükselen 32 metre eğimli cam çatı. Algılamakta telaşlandığımız, durup kaldığımız, tarihi İskenderiye Kütüphanesi'nin yerine yapılan yeni İskenderiye Kütüphanesi. Metafor zenginliği. Daireselliği sonsuzluktur. Bu yapı bir mikroçiptir. Bilgiyi taşır, içerir, sunar. Mikroçip, bilgi ve teknoloji çağında kütüphanenin aktif öncü rolünü sembolize eder. Güncelliğini gösterir. Bellek ve geleceği vurgular. Bu yapı da BM'nin öncülüğünde ve Hüsnü Mübarek'in hamiliğinde yapıldı. Binanın mimari, sanatsal ve başka diğer özelliklerinden öte, yaşanan süreç de dikkat çekicidir. Önce uluslararası düzeyde bir mimari proje yarışması açıldı. Uluslararası düzeydeki 526 mimarlık stüdyosu projeleriyle bu yarışmaya katıldı. Bunlar arasında Norveç kökenli ama farklı ülkeden mimarları içinde çalıştıran bir stüdyo yarışmayı kazandı.
Söz, kütüphane binaları için yapılan mimari proje yarışmalarına gelmişken, bir yarışmanın sonuçlandığı haberi de 1,6 milyon nüfuslu Çek Cumhuriyeti başkenti Prag'tan geldi. Prag'da kurulacak olan Milli Kütüphane proje yarışmasına ulusal ve uluslararası nitelikte 355 proje katıldı. Hatta bildiğim kadarıyla Türkiye'den katılan bazı mimarlık stüdyoları da bu yarışmada proje sundular. İlk elemeden sonra çok değişik, ilginç ve futuristik özelliği olan sekiz proje finale kaldı. Uzmanların ve kamuoyunun tartışmaları sonunda da yarışmayı Çek asıllı mimar Jan Kaplincky'nin İngiltere'ye kayıtlı mimarlık stüdyosu kazandı.
Yukarıdaki örneklerde dikkat çekici ortak nokta ise, şehri temsil edecek ve anıtsal özelliği olan mimari yapılar, önce bir yarışma süreci yaşıyor. Bu süreç, kendi kamuoyunun da kabulünü alması ve olumlaması açısından önemlidir. Projelerin sergilendiği süreçte uzmanların değerlendirmelerine paralel olarak medya, toplum ve demokratik örgütler de kendi beğeni ve eleştirilerini bu süreç içinde ortaya koyuyor.
Bu anıtsal yapılar, çağın bu öncü yapıları aynı zamanda yerli ve yabancı turistlerin ilgisini çekyor. Kapıların önünde kuyruklar oluşuyor, günde iki veya üç kez yapıyı tanıtıcı turlar düzenleniyor. Kütüphane, içerik ve mimarisiyle bir sergi oldu.
2010 Avrupa Kültür Başkenti ivmesiyle İstanbul Kütüphanesi nihayet gündeme geldi. Bu kütüphane, mimari özelliğiyle çağımızın ilerisinde olmalıdır. İçerik bakımından da geleneksel koleksiyonuyla geçmişi, dijitalleşmiş koleksiyonuyla bugünü ve gelecekte kullanılacak teknolojiyi içerecek bir kurguda olmalıdır. Proje şimdiden kendi adını koyuyor: "Bellek ve Gelecek."
Somut olarak konuşursak bu yapı halkın toplu taşıma araçlarıyla kolayca ulaşabileceği, kentin merkezinde veya merkezi olma özelliği gösterecek bir yerinde konumlanmalıdır. Gerekiyorsa sosyal ve fiziksel çevresini de entelektüel ortama dönüştürecek yeteneği göstermelidir. O artık İstanbul'un simgelerinden biridir. Ama çok İstanbul'a bir kütüphane yetmez. Bu sadece başlangıç olsun.